Yıl 1839… Fotoğrafın bulunduğu, işte böyle müjdelendi! Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk gazetesi Takvim-i Vekayi de verdi haberi. Bir insanın ilk kez görüntülenişiydi aynı zamanda… Üç yıl sonra Fransız Daguerre’in, buluşu “Dagurreotype” İstanbul’a geldi. Öyle benimsendi ki 1842-1900 arasında yalnızca Beyoğlu’nda, “fotoğrafhane” sayısı otuzun üzerindeydi. Yüz yıllık saltanatı 1950’lerde bitti fotoğrafhanelerin. Fotoğraf makinesi denen müthiş buluş, artık iyice olgunlaşmış, yaygınlaşmış, evlere girmişti.
***
“Bu caddeye ne kadar çok fotoğrafçı toplanmış, şimdiye kadar kaç tanesinin önündeki resimleri seyre daldım…” der Ziya Osman Saba, ‘Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’nde… Yer Beyoğlu’dur. İçeri girer, duvarları fotoğraflarla kaplı holde beklerken hepsine tek tek bakar kahramanımız; bütün fotoğraflardaki insanlar tebessüm ediyorlardır.
“İşte, yeni rütbesinin verdiği gurur ve emniyetle istikbaline gülümseyen genç subay. Büyük bir lastik topu dünyanın en büyük hazinesi imişçesine sıkı sıkı tutmuş, yanaklarından sıhhat fışkıran gürbüz çocuk. Bir fakültenin mezunlar hatırası: Hocalar, memnunluk ve iftihar içinde; yeni mezunlar da hocalarının etrafında, sırtlarından bir yükü atmış, uzun bir yolu bitirip bir ağaç altına oturmuş insanların saadetiyle gülüyor, hep gülümsüyorlar.”
“… Sonra pürüzsüz, uzun bir evlilik hayatının en güzel bir noktasında, belki bu izdivacın bir sene-i devriyesinde, birkaç yaşına gelmiş çocukları ortalarında resim çektiren eski evliler. Kadın biraz şişmanlamış, erkeğin alnından doğru saçları seyrekleşmeye başlamış, karşı duvarda asılı bir yeni evliler fotoğrafına bakarak gülümsüyorlar. Burada her şey, herkes birbirine gülümsüyor. Hiçbir ihtiyar, hiçbir çirkin, hiçbir düşünceli insan resmi yok. Sanki bu fotoğrafhaneye sevinçsiz hiçbir insan ayak atmamış…”
Eski ‘fotoğrafhane’lerden başlayıp bugünlere geldik. Emektar fotoğraf makineleri eskidi, antika oldu. Ya mutlulukla gülümseyen çocuklar, genç ve güzel insanlar? Onlar da çok değiştiler; belki de yoklar artık…
Hüzünler, sevinçler, heyecanlar ya da korku dolu anlar; düğünler, bayramlar ya da insanlığın ayıbı savaşlar…
Hepsi, bu 150 yıllık çok uzun ya da kısacık öyküde belgelendi…
Yalansız ve suskun tanıkları da fotoğraf makineleri!
***
Bir fotoğraf makinesi koleksiyoncusu nasıl biridir?
Bitpazarlarında, müzayedelerde dolaşıp iz süren bir adam… Onları tek tek temizleyip parlatır sonra raflara dizer… Her hafta bir tane, bir tane daha; sığmaz olurlar artık dükkâna… Aldıklarını satmaz, biriktirir. O tamir eder aynı zamanda. Yaşamını ondan kazanır.
Adapazarı’nda böyle bir adam yaşar işte. İnsanlığın belki de en görkemli buluşuna saygıdan, gelişimine hayranlıktan, gizemli öyküsüne sevgiden alır gücünü. Anlatmak ister, sevdirmek ister herkese… Fotoğraf makinelerinden bir müze kurmak ister Adapazarı’nda. Hayali gerçekleşirse Türkiye’nin en büyük, dünyanın da bu konuda sayılı müzelerinden biri olacaktır.
Dükkânı pek küçüktür ama hayali büyük; hayatında bir tek şeyi çok, ama çok ister Baki Tamer Selçuk…
***
Eski bir körüklü Zeiss-İkon’u tezgâha bırakıyoruz. Hemen alıyor. Eli mutlaka işleyecek, alışmamış boş durmaya… Bu tür makinelerin körüklerini yağlamak lazımmış ara sıra. Çünkü zamanla kururmuş. O yağlıyor, parlatıyor; bir yandan da söyleşiyoruz.
– Tamer Bey, koleksiyon merakı ne zaman başladı sizde?
– Özellikle mekanik şeylere çok meraklıyım çocukluktan beri. Daha ilkokula gitmiyordum, saat koleksiyonu yapıyordum. Cep saati topluyordum.
– Koleksiyonculuk ruhunuzda varmış demek.
– İnanın, misafirliğe giderdik, bana verebilecekleri şeyleri getirir verirlerdi, sen meraklısın bunu al diye… Kimi radyo verir kimi tamir ettireceği cihazı verir… Ütüydü, fırındı falan… Hiç unutmuyorum, 11 yaşındaydım. Komşumuz yeni buzdolabı almıştı. O zamanlar her evde yoktu. Topraklı elektrik tesisatı çektim evlerine… Şimdi benim oğlum 21 yaşında. Bana deseler ki “senin çocuğu gönder de bir priz bağlasın”… Asla göndermem! Korkarız. Çarpılır, bir şey olur. 11 yaşındayım, bana güveniyorlar. Git yap diyorlar, gidip yapıyorum. O merakın semeresi bu yaptığım iş.
– Ailede var mı? Babanızda mesela…
– Yok. Babamda da yok. Yalnız tanımadığım bir amcam var. Amerikan vatandaşı. Bin dokuz yüz elli beşte Amerika’ya gitmiş. Ben doğmamıştım daha. Hikmet Selçuk. Antikacılık yapıyor şimdi orada.
– Koleksiyoncuların ortak bir özelliğidir; kendinde olmayan bir parçayı görünce hemen sahip olmak isterler. Sizde de var mı bu?
– Yok, öyle aşırı bir tutkum yok benim. Hastalık derecesine gelmesini pek sevmiyorum. Sabırlıyım. Nasıl olsa bir gün denk gelir diyorum.
– Bir söyleşide, on yıl önce sigarayı bıraktığınız, koleksiyonunuzu bu parayla yaptığınız yazıyordu.
– Eskiden sigara içerken de toplardım. Bırakınca oyalanmak için daha çok üzerine düştüm. Bitpazarlarına daha sık gitmeye başladım. Şimdi her çarşamba İzmit’e gidiyorum. Pazar günleri İstanbul’a, ara sıra da İzmir’e, Bursa’ya… Yirmi dört saatim dolu geçiyor. İki paket sigara içiyordum ben bıraktığım dönemde. Bugünkü parayla ayda üç dört yüz lira yapar. O günden bugüne, bu parayı fazlasıyla makinelere yatırdım. Müzayedelerden, internet üzerinden satın aldıklarım da çok oldu. Hoşuma giden bir şey varsa hemen gidip alıveriyorum. Hiçbir kötü alışkanlığım yok diyorum. Kendimi suçlu da hissetmiyorum. Her ay belli bir bütçem var, onu harcıyorum. Ona ayırdığım bir bütçe olduğu için, çocuklarımdan eşimden çalmadığım için içim rahat. Kendimden çalıyorum. Giyime kuşama önem vermem. Emin olun, bir çift kışlık, bir çift yazlık ayakkabım vardır. Alamadığımdan değil; onu lüzumsuz görüyorum. Onun yerine bir makine alırım diyorum.
Sevdiğim işi yapıyorum. Kendimi böyle çok mutlu hissediyorum. Gerçekten çok mutluyum! Koleksiyon yapıyorum. Onunla ilgili geziler yapıyorum. Bir idealim var. Belki gerçekleştiremeyeceğim, ama içimde hep gerçekleştireceğim gibi bir his var. Böyle geçiyor günlerim. İnanın 24 saat yetmiyor.
Çalışma odamda gece sabah dörde-beşe kadar oturuyorum. Kitaplara, teknik kitaplara, tarihe çok meraklıyım. Gece 12’ye 1’e kadar makinelerle uğraşıyorum. Ondan sonra kitap okuyorum. 2.5-3 saat uyku uyuyorum gecede. 4’te 5’te yatar 7.30’da kalkarım. Öyle bir alışkanlığım var.
– Hiç yorgun görünmüyorsunuz ama…
– Ama ben bu işleri yaparken kendimi çok mutlu hissediyorum! Beni çok rahatlatıyor. İnsan sevdiği işi yapınca böyle oluyor.
***
Tamer Bey Malatyalı. Üniversite için Adapazarı’na gelmiş. Metalurji mühendisliği okumuş. Eşi Mehtap Hanım Toyotasa Hastanesinde ameliyathane hemşiresi. Kırklarelili. Tamer Bey üniversitenin üçüncü sınıfındaymış evlendiğinde. Yani dükkânı açtığı yıl. Birdenbire bir koltukta dört karpuz taşımaya başladım diyor. Bir oğlu bir kızı var. Barış Trakya Üniversitesinde makine mühendisliği okuyor, Zeynep ilköğretim 4’te henüz.
Biz konuşurken bir bey geliyor. Makinesinin onarımı yapılmış. Alıyor ve “hesap?” diyor. “Hesap yok!” diyor Tamer Bey. “Biraz pil akmıştı, onu temizledim, o kadar… Örtülü ödenekten…”
-Tamir işlerini kendi kendinize mi öğrendiniz?
– Evet, fotoğraf makinesi konusunda ustam yok. Sanat okulu çıkışlıyım ben. Elektronik bölümü. Bu dükkânı ilk açtığımda televizyon tamiri yapıyordum. Benim bir kapı komşum vardı; fotoğrafçıydı. Dedi ki “sen bu işlerden iyi anlıyorsun, niye flaş falan tamir etmiyorsun? Adapazarı’nda böyle bir açık var. Hatta bana uğra, ben sana birkaç makine vereyim. İstanbul’a götürdüm olmuyormuş. Uğraş, yapabilirsen bu işe gir…” dedi. Olur dedim. Zaten fotoğraf çekiyordum ara ara, merakım vardı biraz.
Gittim. Hemen üç tane makine verdi bana. Bir hafta uğraştım, üç tanesini tamir ettim. Hoşuma gitti, ben bu işi yapabilirim dedim; öyle öyle ilerlettim.
– Saat tamiri de yapıyorsunuz…
– Evde çalışma odamda bir saat tezgâhı kurdum. Onu evde gece sakin kafayla yapıyorum. Cep saatlerine, köstekli saatlere çok meraklıyım. Ufak da bir koleksiyonum var.
– Koleksiyonunuz için aldığınız eski fotoğraf makineleri arızalı mı geliyor size? İnternetten baktım da fiyatları o kadar yüksek değil.
– Tabii. Çalışır durumda bulunan makine çok azdır. Ben kendim tamir edebildiğim için avantajlıyım. Katalog değeri 1000 Euro’luk bir makineyi bazen 200 liraya bulabiliyorsunuz. Türkiye’de eski makine toplayanların hepsini tanıyorum artık. Şimdi bakıyor; makineyi diyelim elli liraya alacak, ama tamir için 200-300 ya da 500 lira harcayacak. Ondan uzak duruyor. Bu da benim işime geliyor aslında.
-Tamir edip sattığınız oluyordur.
– Bugüne kadar hiç makine satmadım. Hep aldım.
– Öyle mi? O zaman siz yalnızca tamirattan para kazanıyorsunuz.
– Evet. Tamir işi çok kazançlı görünmeyebilir ama öyle değil. Bir de kriz dönemlerinde tamircilerin işi hep artar. Bir şey bozulduğu zaman vatandaş yenisini almayı erteler. Bunu tamir ettireyim, bir süre daha idare edeyim mantığıyla hareket eder. Çeyrek yüzyıl oldu bu işe başlayalı; bugüne kadar işlerimden hiç şikâyet etmedim. İşimi severek yapıyorum; bir… İkincisi; eğer işinize sadık olursanız, yani gelen müşteriye söz verdiğiniz tarihte cihazı teslim ederseniz, o size bir artı puan yazar; yıllarca devam eder.
– Şimdi gelelim en büyük hayalinize: Bir müze oluşturmak! Müze için düşündüğünüz bir yer var mı?
– Orhan Camiinin orada yapılan kültür merkezini düşünmüştüm. Belediye olumlu karşıladı baştan. Sonra rakam sordular… Bugüne kadar para için toplamadım ben bunları. Olayı basitleştiriyormuş gibi geliyor bana para konuşmak. Öyle hissediyorum nedense. Sembolik bir rakam söyledim. Peşin de ödemeyin, beş senede ödeyin dedim. Buna rağmen aramadılar. Koskoca bir belediye için nedir? Hiçbir şey değildir. MÜSİAD’a, Ticaret Odasına dahi gittim, derdimi anlattım. Aaa çok iyi olur diyorlar, çok güzel bir şey diyorlar, o kadar! Şevkim kırıldı biraz…
-Geçen yıl, koleksiyonunuzun bir bölümü BİLSEM’de (Sakarya Bilim ve Sanat Merkezi) sergilendi. O sıralarda fotoğraf makineleri müzesinden söz edilmeye de başlamıştı. Sonra ne oldu?
– Evet, onlar işi Koç’a kadar götürdüklerini söylediler, ama bir sonuç alamadılar. Henüz bir cevap gelmedi dediler. Sergi 8 ay durdu, bir ses çıkmadı.
Şu anda Türkiye’de bu konuda sadece iki müze bulunuyor; biri Balıkesir’de. İl Özel İdaresi kurdu. 150 parça fotoğraf makinesi sergileniyor. Diğeri de İstanbul Bakırköy’de bir özel müze… 650 parça… Ama muhteşem makineler var. Müteahhit Hilmi Nakipoğlu kurmuş. Hazır bir koleksiyonu satın almış. Üzerine birkaç yüz tane de ilave yapmış. Biz bu müzeyi kurabilirsek aksesuarlarla birlikte sanırım 2000 parçayı bulacak. Çok büyük bir rakam bu!
– Ne büyüklükte bir alan gerekiyor sizce?
– Bana göre 250 metrekarelik bir alan uygun olur. Yaşayan bir yapının içine oturtmak en iyisi… Onun için üniversiteye gittim. Rektörle görüşeyim dedim. Müze projemi anlatacaktım.Randevu bile alamadım. Sekreterine söyledim; biz sizi ararız dedi ama bir-bir buçuk yıl geçti, kimse aramadı.
– Sponsor olacak kurumun ya da kişinin illa Adapazarlı olması gerekmiyor, başkalarına da teklif edilebilir…
– Öyle varlıklı bir insan olsam yaparım ben bunu. Adamın biri yıllarını vermiş toplamış, basayım parayı alayım derim. Müzeyi kurduktan sonra zaten ölümsüz olacak, sonsuza kadar gidecektir ülkeyle birlikte. Senin ismin de sonsuza kadar onunla birlikte yaşayacaktır. Bundan daha güzel bir reklam düşünülebilir mi?
– Yakında ADA Alışveriş Merkezi’nde bir sergi açacaksınız. Hazırlıklarınızı tamamladınız mı?
– Geçen sene oranın halkla ilişkiler müdiresi Nuray Hanım’la görüşmüştüm. Eğer standınız varsa getirip koyun, çok da iyi olur demişti. Bu kadar standı yapmak bana bayağı külfet getirecekti; “yok” dedim. Sonradan onun kafasına takılmış, genel merkezi ikna etmiş. Geçen gün aradı; stant yaptırıyoruz, bu sergi işini hala düşünüyor musunuz diye sordu. Düşünürüm dedim.
Hazırlıklarımı bitirmek üzereyim. Aşağı yukarı üç yüze yakın makine sergilenmeye hazır. Ambalaj yaptım, kimlik bilgilerini hazırladım. Ayrıca eski Adapazarı fotoğraflarından yaptırdım 30×45 boyutlarında… Güzel bir sergi olacağı kanaatindeyim.
– Ne kadar açık kalacak?
– Sanırım bir ay ya da kırk gün.
– Bu sefer iyi duyurulup anlatılabilirse yeni bir şans doğar belki…
– Bu benim son şansım gibi geliyor. Geçen yıl, o sergi döneminde gazetelerde yer aldı müze meselesi. Ulusal basına da yansıdı. Ulusal televizyonların birinde çıktı… Ama gene de hiç ses yok!
Ben şu izlenimi edindim; insanlara gidip; benim malzemem var, bununla bir müze kuralım, dediğin zaman çoğu yanlış anlıyor. Diyorlar ki bu kendi malzemesini satmaya çalışıyor. Birkaç yerden dolaylı olarak da duydum. Bu beni çok üzdü. Herkese gidip “gelin müze kuralım!” diyemiyorsunuz. Olmuyor. Hemen şu soruluyor: çıkarın ne? Onun için bu tip konuları konuşmuyorum da. Özellikle son altı yedi aydır elimi eteğimi çeker gibi oldum, ta ki bu sergiye kadar.
***
Bu birikimin mutlaka değerlendirilmesi gerekir… “Marka Şehir” diyorlar, işte sana marka şehir!
Tamay Açıkel
19/11/2009
Bizim Sakarya Gazetesi
…
“Selçuk Elektronik”
Semerciler Mahallesi
İtfaiye Caddesi, Vatan Pasajı No:8
Adapazarı