Eski fotoğraflara hafif alaycı bir tebessümle bakılır; saç biçimi, giysilerin o günlerin modasını az ya da çok yansıtan çizgileridir insana tuhaf gelen… Anneannelerimizin dedelerimizin fotoğraflarında beni her zaman gülümseten şeylerden biri, kimsenin objektife bakmaması. Diğeri herhalde kareye daha çok kişi sığdırmak için, yan yana değil de yan dönmüş biçimde dizilmeleri… Ülkede ve dünyada meydana gelen değişimleri merakla izleyen, uymaya çabalayan bir kuşak. Bununla gurur duydukları halde poz verirken pek ciddi duruyorlar; hele dişlerini asla göstermiyorlar.
Annelerimiz, babalarımız ise çağdaş Türk insanını temsil eden güzel, aydınlık yüzleriyle bakıyorlar gülümseyerek, sararmış fotoğraflardan; içimizi özlemle dolduruyorlar.
Önce kısalıp sonra yerlere kadar uzayan etek boyları, önce bedeni sımsıkı saran, bir sonraki akımda içine abartısız iki kişi sığacak kadar bollaşan kazaklar; saçların bir dümdüz, bir kıvırcık olması da bizim gençliğimizin fotoğraf karelerinde kalmış, gülümseten ayrıntılarıdır.
Olanaklarımız ölçüsünde modayı izleme özgürlüğüne sahibiz. Kimsenin kimseyi günün moda akımlarına uydu diye de kınamaya hakkı yok. Bugün orta yaşlarını süren bir zamanların Adapazarı gençliği de günün moda danslarını öğrenmiş. O yılların müziğine, o danslarla eşlik etmek, gençlik günlerine dönmek gibi geliyor, şimdi de… Ne güzel işte!
Gelenekleri yaşatmak da güzel bir şey. Türk halkı geleneklerine bağlı bir halktır diye bir genelleme yapabiliriz rahatlıkla.
Her iki yönümüzle de övünebiliriz aslında: Geleneklerine bağlı, yeniliklere açık! Bu ikisi birbirini tamamlar. Sanıldığı gibi bir arada barınmaz nitelikler değildir bunlar. Tersini düşünenler her iki yönde aşırı uçlardır: Biri yeniliklere açıksa gelenekleri beğenmez, diğeri geleneklere bağlıysa her türlü yeniliğe karşıdır. Oysa hangi geleneklere bağlı, hangi yeniliklere açık olduğunun önemi yoktur insanın; aşırılığa kapılmadıktan sonra, aklın dümeninden şaşmadıktan sonra fırtınalı denizlere açılabilir korkmadan.
İnsanı, başka canlılara benzeterek huylarını, davranışlarını açıklamak hoşumuza gider. Tavşana, aslana, arıya, maymuna benzetiriz insanı…
Tersi de olur bazen öykülerde; bu sefer doğa ve hayvanlar insana benzeterek anlatılır. Halikarnas Balıkçısı’nın “Gündüzü kaybeden kuş” öyküsü, bana insanın özlemlerini, arayışlarını, umarsızlıklarını çağrıştırır.
… Şafaktan beri dönüp durduğu halde bir keklik vuramamıştır Hacı Süleyman. Kızgındır. Köpeğine kızar: “Senin burnun yok mu be? A it oğlu it!” Her yan keklik ötüşü kesilmiştir de bir tanesi bile ortada yoktur. Canlı bir şey vursun artık yeter ki… Gözünü kan bürümüştür. Her şeye kızar. Başının üstünde bir kanat hışırtısıyla bir anda çiftesini havaya diker: Çıkan saçmalardan biri, bir gözünden girip ötekinden çıkar Miho kuşunun. Masmavi gökyüzünde uçmaktadır hâlâ. Ama…
“(…) Böylelikle dört beş saat daha uçtu. Artık gece olmuştu. Miho, hâlâ gündüzünü arıyor ama bulamıyordu. Kanatları ağırlaşıyordu. Kanatlarıyla aydınlığa varamayacağını anladı. İşte o zaman, masum sesiyle mavi yükseklikleri yaratmaya kalkıştı. Türkü söyledi. Türküsüyle ve içinin ateşiyle, zindan kesilen evreni apaydın edecek olan güneşi yaratmaya çabalıyordu…”
Görüntüyü fotoğraf yoluyla kağıda aktarabilmeyi başaran insan aklına güvenmeliyiz biz. Fotoğrafın temeli ışıktır. İnsanlık daima ışığı, aydınlığı arayacak… ve sonunda bulacaktır.
10/04/2008
Bizim Sakarya Gazetesi