Yayla Yollarında (1)

Maviyle yeşilin kucaklaştığı,  göz alabildiğine uzanan sahiller düşlemiştik yolculuğumuza başlarken.  Oysa Samsun ve Rize arasında, yerleşim bölgelerinin biri bitmeden diğeri başlıyor; düzensiz, çok katlı yapılaşma yaygın. Ünlü Karadeniz Sahil Yolu halkın yaşamını kıyılardan koparmış; yoğun bir araç trafiği var üzerinde… Yazık olmuş!

Ardeşen’den Çamlıhemşin yönüne dönünce doğaya kavuşuyoruz. Fırtına Deresi eşlik ediyor bize, yaz sıcağında gönül okşayan serin çağıltısıyla… Ayder’e vardığımızda grubumuzu akşam yemeğine oturmuş buluyoruz. Bir hafta boyunca birlikte Doğu Karadeniz’in görkemli dağlarında yürüyüşler yapacağız.

Programda; Aşağı ve Yukarı Kavrun Yaylaları, Küçük Deniz, Büyük Deniz buzul gölleri, Zil Kale, Palovit Şelalesi, tarihi taş konaklar, Pokut ve Sal yaylaları, Avusor Vadisi, Avusor Gölü, Sümela Manastırı, bir de belki Batum gezisi var. Yürüyüşlerde yanınıza mutlaka yağmurluk alın diyorlar; dağ, kendi havasını yaratırmış. Daha ilk gün hak veriyoruz. Dönüş yolunda yağmur içimizle dışımızı eşit ıslaklıkta bırakıyor. 3.000 metrenin üzerinde çevremizi kısa bir süre de olsa şaşkın, büyülenmiş, izlememize izin verdiği için yine de şükrediyoruz. Ertesi gün öğreniyoruz ki, hızını alamayarak ağaçları, kayaları önüne katıp yollara, dere kıyılarına yığmış.

Akşam yemeğinden sonra horon oynayacağız. Pek de beceremiyoruz doğrusu. Ritmi hissetmek gerekiyormuş. Bu da hemencecik öğrenilecek bir şey değil. Olsun, yine de eğleniyoruz. Rehberimiz Muhammed yanlış bilenlere, yani hepimize öğretiyor:“Horon tepilmez, horon oynanır arkadaşlar; horon yapılır, edilir ama tepilmez… Lütfen!” Samimi, kaynaştırıcı ve şakacı bir genç; ortama dostluk havası ve neşe egemen oluveriyor.

Fotoğraf çekiyoruz ama yalnızca fotoğraf karelerine değil zihnimize de yerleştirmek istiyoruz eşsiz güzellikleri. Yaylaların çocuklarını; renk renk, çeşit çeşit çiçekleri, böcek ve kelebekleri; yerel giysileriyle kadınlarını… Yöre insanının özelliklerini öğreniyoruz. Hemşinliler on dokuzuncu yüzyıl başlarında Rusya’ya giderek pastacılık öğrenmişler. Türkiye’ye döndükten sonra onlara yeni gurbet kapıları açılmış. Gurbetten korkar mı hiç Karadeniz insanı; hem geçimlerini sağlamışlar bu meslek sayesinde, hem başkalarını da yetiştirmişler. Kimliklerinin bir parçası olmuş. Özellikle büyük şehirlerde tanınmış pastane ve fırınların çoğu Hemşinlilere aitmiş.

Avusor Yaylası’nda, halk ozanı Paşa Ali Karagöz’le tanışıyoruz. Coşkulu, gür sesiyle şiirlerini okuyor bize:“…Düzlerinde çayı biçerken kızlar/ Tulum sesi dinler sevdali dağlar/ Senden ilham alup şairler yazar/ Kalem seni yazar Ayder’im seni …”Bosna Destanı adlı şiiri ile uygar (!) devletlere çatıyor:

“Bosna’da dolaşır kara bulutlar/ Zulüm, vahşet çokmuş, sönmuş ocaklar/ Açlıktan olürken körpe çocuklar/ Bu iğrenç vahşete dur diyen olmaz – … Kiminin eli yok kiminin kolû/ Kimi esir duşmuş hali şupheli/ Sokaklar kokarken binlerce olû/ Bu iğrenç vahşete dur diyen olmaz – … Katliam yaparken sirk canavari/ Dunya devletleri nerede hani/ Birleşmiş Milletler, insan haklari/ Niçin bu vahşete dur diyen olmaz – … Super Amerika eyy koca devlet/ Bu mu insan hakki bu mu adalet/ Namusun vicdanın var ise şayet/  Niçin bu vahşete dur diyen olmaz “.

1-72800012

Paşa Ali Karagöz

Atatürk’ü çok sever, Paşa Ali. Tulumcuya hayrandır, ama onun da bir insan olduğunu incelikle vurgular bir şiirinin son dizelerinde:

“…Güzel şelalenin atlayışini/ Şirin derelerin çağlayışini/ Benim gülüşumi ağlayışimi/ Tulûmla işlersin tulûmcu kardaş – … Seni yetiştiren ustan olmasa/ Senden başka kimse tulûm çalmasa/ Benim gibi aciz bir kul olmasan/ Ben sana tapardım tulûmcu kardaş”

 

01/09/2005

Bizim Sakarya Gazetesi ve

Gren Dergisi- Sayı:

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir