Yaşamı Taklit Etmektir RESİM-Erdal Er

Erdal Er

1954 Adapazarı’nın Kemaliye Köyünde doğdum.

Adapazarı ve İstanbul’da ilk ve ortaokulu, Bolu’da da İlköğretmen Okulunu bitirdim. Daha sonra İzmir Eğitim Enstitüsü Resim Bölümünden mezun oldum.

Öğrencilik yıllarında İstanbul Yüzme İhtisas Kulübü ve İzmir Yüzme İhtisas Kulübünde yüzdüm. Çeşitli okullarda öğretmenliğin yanı sıra yüzme antrenörlüğü, milli futbol hakemliği ve basketbol hakemliği yaptım. Milli yüzme antrenörüyüm. Cankurtaranlık sertifikam var.

!998 yılında, 25 yıl öğretmenlik sonunda emekli oldum. Bolu, Giresun, İzmir ve İstanbul’da toplam 13 kişisel resim sergisi açtım. Son yıllarda suluboya çalışmalarına ağırlık verdim. Altı kişisel suluboya sergisi açtım.

1975 Yılında Bulgaristan’da Uluslararası Karikatür yarışmasında birincilik ödülü aldım.

1999 depreminden sonra İl Halk Kütüphanesinde oluşturduğumuz atölyede başladığımız resim çalışmalarını Sagüsad’da sürdürüyoruz… Birçok öğrencimiz Üniversitelerin Güzel Sanatlar bölümlerini kazandı.  Aslında aldığım en büyük ödül bu…

“Şimdi kocaman denizlerde, kocaman gemilerde

Neden yok küçüklüğümüzdeki büyüklüğümüz;

Çocukluğumuzun bahçelerinde, o evlerde

Kağıttan gemilerimizi yüzdürdüğümüz.

Bir şeyler mi kalmış çocukluğumuzda,

Çocukluğumuzla çözdüğümüz…”

Özdemir Asaf

Erdal Er, “Çocukluğundaki büyüklüğünü” yitirmeden yaşayabilen ender insanlardan biri.  Gücünü sanattan alarak başarıyor  olmalı bunu; ne mutlu ona!.. Gelin kendisinden dinleyelim sanatla, gençlerin eğitimiyle, şehrimizle… ilgili düşüncelerini ve özlemlerini…

T.A: Bedri Rahmi Eyüboğlu bir yazısında, “…yine ne varsa hayatı bütün çıplaklığı ile birinci plana alan sanatçıda var. Onlara bu gücü sanat eserlerinin verdiği muhakkak. Gözümüzü açan sanat olmuş ama bu göz dünyaya açılmışsa gözdür, yoksa tozlu bir raf, bilemedin bir çekmece gözüdür”  demiş. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

E.E: Sanatın evrenselliğini ve sanatçının gücünü vurguluyor Bedri Rahmi… Ben de sanatın,  yaşamın objektifi olduğuna inanıyorum. Toplumların birbirleriyle kurabildiği en sıcak ilişkiler sanat yoluyla olur. İki ülke sanatçıları kolkola gezebilirken, politikacıları ise bu yollardaki trafiği karıştırmakta beceriklidirler.
Sanatçı, sanatının anlaşılır olup olmayacağı kaygısını taşımalı mıdır sizce?

Sanat bir anlatım biçimidir. Bu nedenle sanatçı derdi her ne ise, ya da vermek istediği mesaj ne ise,  bunu en yalın, en düşündürücü ve en güçlü simgelerle anlatabilmenin yolunda kafa yormalıdır. Ancak yapıtının herkes tarafından anlaşılması gibi bir kaygı da duymamalıdır. Kısaca yaptığını kendi anlamalıdır önce… Eğer başkaları yaptıklarınızda bir şeyler bulabiliyorsa sanatçı olabilirsiniz.
Bir Türk ressamı bir Batılı gibi resim yapmayı seçmişse, taklitçiliğe düşmesi tehlikesi var mıdır?

Benim resim anlayışımda Doğu−Batı ayrımı yok. Ancak kastedilen taklitçilik ise savunulur bir tarafı yok. Resim evrenseldir; yine,  yaşamı taklit etmektir resim, bir başka sanatçıyı değil… Dünya standartlarına ulaşabilmek için çaba göstermek gerektiğine inanıyorum. Çağdaş resim akımlarını izleyerek, kendi kültürel dokularımızın senteziyle dünya standartlarını yakalamak… Benim özlemlerimin başında geliyor.

Resim öğretmenliğinden emekli oldunuz. Deneyimlerinize dayanarak, İlk ve Ortaöğretimde atölye çalışmasının, sanatsal gelişime katkısı açısından önemine değinir misiniz?

Gün geçtikçe sanat eğitimi çalışmalarından uzaklaşıyor eğitim sistemimiz. Çocuklarımız dogmatik bilgilerle donatılıp, daha ana sınıfından zorlanıyorlar birbirleriyle yarışmaya… Kendilerini ve duygularını ifade edebilecekleri derslere ne eğitim sistemimiz gereken önemi veriyor, ne de velilerimiz… Bu sistemin sonucu iki tip insan oluşuyor… Birinci tip hep kazanmak zorunda olanlar, ikinci tip ise hep kaybetmek zorunda kalanlar… Her iki tip de duygularını ifade etmekten yoksun, kendi kozalarını örmüş birer tırtıl gibi başlıyorlar yaşama bir yerlerden… Birileri hep kazanma hırsı ile devleti soymaya soyunurken, birileri de tiner çekip sokak aralarında insanları soyuyorlar.  İnsancıl duygulardan yoksun, sosyal yaşama uyum sağlayamayan insan tipine doğru hızlı bir gidiş var… Doktor adaylarımız şiir okumuyor artık, yazmıyorlar da… Mühendis adaylarımız da aynı… Tiyatro vb. etkinlikler yerini sanal bir ortama bırakmış; gençlerimiz samimi ortamlardan kaçarak sanal ortamlarda ve kendi kozaları içinde yokolup gidiyorlar… Yaratıcı ve üretken gençlik,  yerini uyuşuk ve duygusuz bir gençliğe bırakıyor… Yabancı kültürler kendi kültürümüzü yok etmiş, gençlerimiz yabancı özentisinin dipsiz kuyusunda uyuşturucu ateşiyle kavrulabilecekleri bir cehennemin duvarlarını yükseltiyorlar… İntiharlar… Gençliğin birbirlerine uyguladığı şiddet… Ana babaların kaygıları… Tüm bu olumsuzlukların temelinde, çocuklarımızın duygularını yansıtmalarına ortam sağlayabilecek bir eğitim sistemimizin olmaması yatıyor bence… Resim yapabilecekleri, müzikle uğraşabilecekleri, tiyatro ve diğer sanat alanlarına yönelik fiziki ortamlara kavuşmalarını sağlayacak, gençlik duygularını yazarak ya da çizerek anlatabilmelerine fırsat verecek bir eğitim sistemini oluşturmak için başta politikacılar olmak üzere tüm toplum kesimlerine büyük görevler düşmektedir.

Çocuk, fiziki koşulları uygun bir atölye ortamında, ciddi bir sanat eğitimi alarak yaratıcılığını geliştirme olanağı bulursa, hayatının yönü değişir mi?
İyi bir insan olur bence… İnsanları sever. İçinde yaşadığı toplumun sorunlarını çözmeye gayret gösterir. Kısaca sosyalleşir. Yeteneklerini geliştirme fırsatını bulur… Paylaşımcı olur, bencillikten uzaklaşır.


Büyük şehir sanatçıyı kendine çeker; ama siz Adapazarı’ndan başka bir yerde yaşamak istemezsiniz gibi geliyor bana. Ne dersiniz?

Önce şunu söyleyeyim ki Adapazarı da artık büyük şehir… Seviyorum tabii ki, doğduğum, büyüdüğüm yer burası… Çocukluğumu,  gençliğimi arıyorum sokaklarında… Yitirdiğim anamı,  babamı, dostlarımı arıyorum Kemaliye Köyü’nde, onların kokuları sinmiş topraklarına bu güzelim memleketin… Belki de suyunu seviyorum; Sapanca’yı, Karasu’yu. Sevdiklerim burada, kızdıklarım da… Kızdığım insanlara alışığım bu şehirde, onları görmediğim zaman eksiklik hissediyorum… Kısaca yaşamım bu şehir…
Ülkesini seven, sorunları üzerinde kafa yoran bir insan olarak, hem de bir sanatçı bakış açısıyla hayalinizdeki Adapazarı’ndan söz eder misiniz? Yetkili konumunda olmak ister miydiniz?

Hayalimdeki Adapazarı çocukluğumun Adapazarı’dır. Kırk beş yıl önce günümüzden beş yüz yıl sonrasını yaşıyormuşuz meğer… Daha bir aydınlıktı her yer… Daha bir ağaçlıktı her yer, daha faytonlu, Arnavut kaldırımlı… Şimdi artık sararmış siyah-beyaz fotoğraflarda görebildiğimiz tek katlı iki katlı evler, yaka yaka bitirdiğimiz güzelim konaklar… Kara trenler… Yazlık sinemalar… Yüzdüğümüz Çark Deresi… Gazinolar… Gazoz içerdik simidin yanında ‘Neşe Gazozu’… Allı-güllü… Ceviz helva, koz helva… Ev gezmeleri… Hep kızardım büyüklere; kahve içerlerdi kendileri höpürte köpürte, hiç sormazlardı bize içer misiniz diye… Teravi namazları bir de… Ne güzeldi o ramazanlar, bayramlar hele… Ayakkabılarımız yenilenirdi, yenilenirdi üst başımız… Bazen akraba çocuklarının ufalmış giysileri olurdu ya… Yine de yeni olurdu bizler için… Karagöz-Hacivat… Tombala… Kızmabirader… Beş taş oynardık kızlarla… Dokuztaş, on iki taş… On iki Mart… On iki Eylül… Bam… Güm…


Bu memleketi bu hale yetkililer getirdi. Yetkili olabilecek kadar beceriksiz olmadığımı biliyorum.

Teşekkür ederim.

Söyleşi: Tamay Açıkel

Gren Dergisi/Sayı: 15



2 yorum

  1. Son cümlesiyle de, imzasını atmış…teşekkürler sevgili arkadaşım, bu güzel söyleşi için…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir