Mevlâna’yı Fotoğraflarla Anlatmak

 

rb_2

Birkaç hafta önce, Türk fotoğrafının önemli isimlerinden Reha Bilir Adapazarı’na geldi SAGÜSAD’ın (Sakarya Güzel Sanatlar Derneği) konuğu olarak. Ortak uğraşımız, zevkimiz fotoğraf dolayısıyla daha önce onunla birkaç kez değişik ortamlarda karşılaşıp tanış gibi olduysak da, SAGÜSAD’da yaptığı dijital projeksiyon gösterisiyle tanıştık asıl…

Reha Bilir “Uluslararası Fotoğraf Sanatçısı-AFİAP” unvanına sahiptir. Aslında eczacı ama fotoğrafa o kadar emek veriyor ki birçok kişi onun hayatını fotoğraftan kazandığını sanıyor.

Beyşehir’de doğmuş, Konya’nın Hüyük kasabasında yaşıyor. Okul yılları ve kısa süren bir Eskişehir dönemi dışında hep orada geçmiş yaşamı. Bundan gayet memnun. İstanbul’da ya da başka bir büyük şehirde yaşamak gibi bir özlem duymamış ki…

“Tek Nefeste Aşk”, “Sonsuzluk” ve “Hiç” başlıkları altında üç gösteri… ”Tek Nefeste Aşk” ve ”Hiç”, semazen fotoğraflarından oluşuyor. Çekim teknikleri, sabır ve sevgiyle işlenmiş, sanatçının Mevlâna’nın tasavvuf felsefesini anlatmaya çalıştığı görsel bir şölen bu… ‘Sonsuzluk’ ise çektiği semazen fotoğrafları üzerinde, bilgisayar ortamında yaptığı düzenlemelerden oluşan çok değişik, çok ilginç; müthiş bir çalışma. Bir arkadaşının dediği gibi; “Resimden çok, fotoğraftan fazla bir şeyler var burada.”

Ben de bu gösteriyi izlerken böyle hissediyorum ama… ne olduğunu pek açıklayamıyorum. Picasso yetişiyor imdadıma: “Bir resme başladığımda, sanki benimle birlikte birisi daha çalışır. Resmin sonuçlanmasına yakın, yanımdakinin kaybolduğu hissine ve aslında yalnız çalışmış olduğum izlenimine kapılırım.” diyor ünlü ressam.

“Kendini aşmak” bu olsa gerek.

Gösterinin ardından, onun içtenlikli kişiliğinin de katkısıyla daha da renkleniyor akşam. Çaylar içiliyor, neşeli sohbetimiz sürüyor.

Dernekten ayrılırken, daha sonra yapacağımız uzun bir fotoğraf söyleşisi için söz veriyor. Yurtiçi ve yurtdışı gösteri ve sergilerini kapsayan iki yoğun programın arasında zaman ayırıp sorularımı yanıtlıyor.(Söyleşinin tamamını almıyorum buraya. ‘Gren Dergisi’ne saklıyorum.)

***

Söyleşi için hazırlanırken Reha Bilir’in kişisel web sitesinde “Eleştirsek, eleştirilsek…” başlıklı bir yazı okuyorum. Şöyle diyor Reha Bilir: “Fotoğraf dünyasının içinde olduğum yıllar içinde onlarca kez dia gösterisi hazırlayıp sundum, belki yüzlerce kez dia gösterisi ve sergi izledim. Dia gösterileri ve sergilerde gözlemlediğim bir şey var; bir kaç dernek dışında, izleyenler gösteri ya da sergiden sonra, sunumu yapan kişiyi bir kaç sözcükle tebrik ettikten sonra, salonu terk edip çıkıyorlar. Eleştirmekten ve eleştirilmekten hoşlanmıyoruz.”

011

Ben de bu konuda bir soruyla başlıyorum söyleşiye:

 

T.A.— Reha Bey, biz Türkler böyle ortamlarda farklı bir görüş ortaya atmak aklımıza gelse de “ne lüzumu var şimdi” deyip çabucak cayıyoruz galiba. Konuğa saygısızlık gibi de algılanabiliyor belki. Oysa tam tersi; bu, ilgili kişiyi düşüncesini daha güçlü, daha vurgulu bir biçimde dile getirmesi için kışkırtmaktır. O kadar emek harcanmış bir yapıta saygıdandır, şaşkınlıktandır… Ortamı canlandırır. Örneğin sizinki gibi bir projeksiyon gösterisiyse, belki yeniden bile izlenebilir baştan sona. Böylece her şey daha iyi anlaşılır, akılda kalır.

005

Siz yurtdışında da dia gösterileri yapıyor, sergilere katılıyorsunuz. Oralarda bol bol eleştiri var mı? Batılılar, Uzakdoğulular ve diğerleri nasıl yaklaşıyorlar çalışmalarınıza?

 

R.B.— Zaman zaman üniversiteler tarafından konuk ediliyor olsam da, daha çok dernekler tarafından davet alıyorum. Üniversitelerin parasal sorunu olmuyor. Davet edilen konuk fotoğrafçının ulaşım giderleri, konaklama gereksinimleri üniversiteler tarafından kolaylıkla sağlanabiliyor. Ancak, derneklerimizin nasıl çalıştığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Tek gelir kaynakları üyelerin aylık ödentileri gibi görünüyor. Bu zorluklar içinde, konuk olarak gelen fotoğrafçının giderlerini de karşılamaya çalışıyorlar. Konuk fotoğrafçılar ise üretimi gerçek fotoğraf tutkunları ile paylaşabilmek amacıyla, çoğu kez bu giderleri kendileri karşılıyorlar. Bu olanaklar, ya da olanaksızlıklar içinde davet edilen fotoğrafçı, uzun yollar kat edip zaman ayırıyor. Amacı, ortaya koyduğu ürünü, gösteriyi paylaşırken, izleyenlerden de yorum almak ve aldığı bu yorumlarla yeni çalışmalarına yön vermek. Tabii o kadar uğraş ve emekten sonra, on beş dakikalık bir sunumun ardından hiçbir sonuç elde edemeden ortamdan ayrılınca hayal kırıklığına uğruyor. Oysa konukların da soruları ve yorumları ile katıldığı söyleşiler hem paylaşımı güçlendiriyor, hem de konuğun yorgunluğunu bir çırpıda silip atıyor. Bu nedenle, katıldığım toplantılarda, izleyenleri konuşturmaya, soru sormaya yönlendirmeye çalışıyorum. Bu, tamamen onların düşüncelerini projelerime katabilme çabamdan kaynaklanıyor.  Burada, özellikle genç izleyicilere önerim, akıllarına takılan her soruyu “bu soru garip kaçar mı?” endişesine kapılmadan, cesaretle ortaya koymalarıdır. Genellikle, gösteri sonrasında, bir köşeye sıkıştırılıp kişisel soruları yanıtlamak zorunda kalıyorum. Bu da, karşımdaki kişinin bencilce davrandığı düşüncesine kapılmama neden oluyor. Yani, aklındaki sorunun yanıtını sadece kendisi alsın, başkası bunu paylaşmasın. Bu endişemi de genellikle dile getiriyorum.

Yurtdışındaki sergilerimde ve gösterilerimde, izleyenler gelen konuktan nasıl yararlanacaklarını çok iyi biliyorlar. Sorular ve yorumlar bazen saatlerce sürüyor. Üstelik sadece fotoğraf tekniği üzerine değil, projenin felsefi boyutu da tartışılıyor. Bunun için, konuğun sahip olduğu projeye tam hâkim olması ve iyi bir yabancı dile sahip olması gerekiyor. Örneğin, Hong Kong’da yaptığım “Hiç” gösterisi, gösteri öncesinde yaptığım açıklamalar sonucu, Hz. Mevlâna’nın “hiç olmak” felsefesini, izleyenlerin daha iyi algılamasına neden oldu. Fotoğrafların çekim tekniklerinden çok, “hiç olmak” felsefesi üzerine konuştuk. En son gösteri yaptığım Belçika’da Miriors Photo Club’da, neredeyse Hz. Mevlâna’nın hayatının tümü konuşuldu. Ayrıca, ulu önder Atatürk’ün dergâhları kapatması, din üzerine düşünceleri, Mevlâna ve Mevlevilik üzerine düşünceleri soruldu. Zaman zaman yanıtlamakta sıkıntı çektiğim noktalarda, birlikte davet edildiğimiz sevgili Ömer Yağlıdere’den yardım aldım. Atatürk’ün din karşıtı olmadığını, Mevleviliğin bir inanç yolu değil, insanlık, hoşgörü, kardeşlik, sevgi ve tanrı aşkı yolu olduğunu anlatmaya çalıştım.

Çin’de yayımlanan “Photo Video” dergisi, ilk olarak tüm çalışmalarımı kapsayan bir röportaj yapmak istediğini belirtti. Ancak, “Sonsuzluk” serisinde yer alan fotoğrafları görünce, diğer konulardan vazgeçip, sadece bu konuya yöneldi. Çünkü onların inancındaki “nirvana” ile paralellik taşıyordu.

Sonuç olarak, diğer ülkeler gerek klasik fotoğraf çekim teknikleri üzerine, gerekse dijital ortamdaki çalışmaları çoktan bitirmişler, “dijital uygulama yapılmış görsel ürün fotoğraf mı, değil mi?” tartışmasını kapatmışlar. Artık projelerin düşünsel boyutunu tartışıyorlar. Bizde ise hâlâ bu konunun tartışması yapılıyor. Çağdaş düşünen sanat insanları olarak, teknolojiye ve teknolojik gelişmelere açık olmanın ötesinde, tamamen içinde olabilmeliyiz ki, hız kaybetmeyelim.

014

T.A.— Türkiye’nin, özellikle Konya’nın doğal ve kültürel güzelliklerinin yurtdışında tanıtımına büyük katkısı olan bu etkinliklerden Kültür Bakanlığının haberi oluyor mu? Sizi ve diğer sanatçıları yeterince destekliyor mu? Desteklemeli mi sizce? Bunun sanatçılara ve ülkeye ne gibi yararları olur?

R.B.— Konya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü yaptığım bu çalışmaları biliyor. Ama Kültür Müdürlüğünün, bu çalışmalar hakkında Kültür Bakanlığına bilgi aktarıp aktarmadığını bilmiyorum. Ne yazık ki, ne Kültür Bakanlığının ne de Konya Valiliğinin kişisel çalışmalarıma katkısı olmuyor. Zaman zaman Büyükşehir Belediye Başkanlığından destek aldığım oluyor. Ancak, Mevlâna’yı tanıtmak için yapılan etkinliklere harcanan para ya da belediyeler tarafından düzenlenen festivallerde konser için gelen yorumculara ödenen paralar göz önüne alındığında, çok ciddi katkılar olduğu söylenemez. Devletin ve Kültür Bakanlığının öncelikle, fotoğrafın güçlü bir görsel sanat olduğunu kabul etmesi gerekiyor. Günümüzde, tanıtım fotoğrafçılarının kazançlarını az çok biliyoruz. Tanıtım fotoğrafçılarına ödenen paralar, görsel malzemenin insanın ürünü algılamasında ne kadar etkili olduğunu ortaya koymaktadır. Kültürel, doğal, tarihi değerlerimizi tanıtmak adına, sanatsal fotoğrafın da aynı şekilde değerlendirilmesi gerekir. Devlet fotoğraf sanatına destek verirse, bu sanat dalında da yeni yetenekler yetişecek ve bu değerlerimiz daha güçlü yayılacaktır. Dünya ülkeleri, ülkemizi daha iyi tanıyabilecektir.

***

Reha Bilir iki gün önce Kahramanmaraş’ta bir fotoğraf derneğinde gösteri yaptı. Bundan sonraki durağı ise Çin…

Onun hayatı, bu. Birbirini izleyen davetler, aklında yepyeni projeler, aile… Bir de “boynu bükük” eczane… Zaman zaman yetişmekte zorlansa da mutlu.

***

Onun sanatsal çalışmalarını merak edenler www.rehabilir.com internet sitesine girerek hiç değilse bir kısmını görebilirler.

Tamay Açıkel

02/04/2009

Bizim Sakarya Gazetesi

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir