DİRİLİŞ

 


 

Karşımızdakiler dünyanın dörtte üçüne egemendi. Çok güçlü, çok zengin, çok etkiliydiler.

Atalarımız bu kudreti yendiler.

 

18 Mart 1915 Perşembe.

Gün doğumuna az var.

Hava çok güzel. Hafif bir lodos rüzgârı esiyor.

Yeni, eski, büyük küçük, çeşitli savaş gemileri, torpidobotlar, motorlar, mayın arama – tarama gemileri, Bozcaada’nın kuzeyinde toplanıyorlar.

Yakın tarihin en büyük armadası oluşuyor.

Selahattin Adil Bey bir keşif uçuşu daha istedi. Sıra Üsteğmen Cemal Durusoy’daydı. Gece Ertuğrul adındaki emektar uçak Bleriot da bakımdan geçmişti.

Ertuğrul ile havalandı. Çabucak yükseldi.

Armada özel bir düzen içinde, Boğaz girişine doğru yaklaşmaktaydı.

18 zırhlı saydı. Bunlar mürettebatı en az 600 kişi olan yüzen kalelerdi. Her birinin değişik çapta birçok topu vardı. Görünüşleri bile ürperticiydi. Bu gemilerin korkunç toplarının ateşleri altında kalacak topçuları düşününce içi parçalandı.

Saat 10.30’da ilk grubun öncüsü kruvazör, destroyer, muhrip, torpidobot ve savaş gemileri Boğaz’a girdiler. Savaş alanını denetleyerek ilerlediler.

Boğaz ağzında ilk 10 zırhlının silüeti belirdi. Müthiş bir gurur ve güven içinde yaklaşıyorlardı. Gemilerin bandoları marşlar çalıyordu. Dev motorlarının homurtusu havayı titretiyor, dalgaları iki kıyıyı dövüyordu.

Gözcülerin göğüsleri sıkıştı. Bir değil, iki değil üç değil, on yüzen kale geliyordu.

Hayır!

Arkada sekiz yüzen kale daha vardı.

On sekiz yüzen kale!

600 top!

Zırhlıların gövdeleri ancak özel mermilerin delebileceği çelik zırhlarla kaplıydı. Bu gemilerde herkes çelik duvarlar, kalkanlar, perdeler arkasındaydı. Çevrelerinde denizaltı ve mayın tehlikesine karşı koruma görevi yapan savaş gemileri dört dönüyordu.

Yüzlerce ateş dili olan bir ejderha, uzayarak, yayılarak, homur homur, ağır ağır, Boğaz’ı doldurmaktaydı.

Çanakkale’ye 16.000 metre kalınca, Erenköy hizasında, ejderha yavaşlayıp durdu. Birinci ve ikinci gruplar savaş düzenine girdi.

Amiral gemisinden beklenen işaret verildi:

“Ateş!”

Kaptan köşklerindeki ve ateş idare kulelerindeki subaylar kulaklarını mumla tıkadılar. İlk ateşi sağdaki Triumph zırhlısı açtı. İntepe’deki batarya hemen karşılık verdi.

Saat 11.15’ti.

Tarihe ’18 Mart Çanakkale Deniz Savaşı’ adıyla geçecek olan benzersiz savaş başladı.

Dünya, Birleşik Donanma’nın Çanakkale Boğazı’na saldırdığını öğrenince kulak kesilecekti.

Bir ateş kasırgasıydı bu.

Toplarının menzilleri yetersiz olduğu için tabyalar bu kasırgaya yanıt veremediler.

Bu toplu, yoğun, arasız ateş otuz beş dakika sürecek, bütün tabyalarda zavallı topçular toplarının yetersizliği yüzünden sığınaklarda bekleyecekler, kimileri öfkeden ağlayacaktı.

Çanakkale’de yangın başlamıştı.

Kilitbahir yanıyordu.

Yangın kızıllığının yansıdığı Boğaz, ateşten bir nehir gibiydi.

Bu sırada İstanbul’da Nazırlar, İttihatçı yöneticiler ve devletin ileri gelenleri Sadrazamlıktaki toplantı salonunda toplanmışlardı.

Sessizlik içinde oturuyorlardı.

Devlet çarkı durmuştu.

Sadrazam on dakikada bir Çanakkale’den gelen telgrafı, bir göz attıktan sonra Talat Paşa’ya uzatıyor, Talat Paşa yüksek sesle okuyordu.

Çanakkale’den yollanan telgrafın bir eşi de başkomutanlığa geliyordu. Enver Paşa Çanakkale konusunda oldukça iyimser görünmekteydi. İyimserliğinin nedenini üç sözcükle açıklamıştı:

“Topçuların gözlerini gördüm.”

Mermilerin bir kısmı, tedbirli komutanların topçuların yalvarmalarına rağmen kullanım izni vermedikleri, işte böyle bir gün için sıkı sıkı sakladıkları zırh delici mermilerdi. Bugün bile hepsinin kullanılmasına izin vermeyeceklerdi.

Çimenlik tabyasında mermi cimrisi komutan avaz avaz bağırıyordu:

“Tek mermi bile boşa atılmayacak. Atanı doğduğuna pişman ederim!”

Sayılı mermileriyle çok isabetli atışlar yapmaktaydılar.

Yaklaşık üç saat içinde, o kadar küçümsedikleri Türk savunması, eski diye önemsemedikleri topları ve sayıca az diye dikkate bile almadıkları mermileri ile Birleşik Donanma’nın 1 İngiliz, 4 Fransız, toplam 5 büyük zırhlısını savaş dışı bırakmıştı.

Emperyalistleri, parayı, çeliği, makineyi, barutu, kader sanılan zavallılığı, aşağılık duygusunu, Avrupa önünde emir eri gibi durma alışkanlığını yenmişlerdi.

Sonuç İstanbul’a bildirildi.

Yaralılar hastanelere kaldırıldı, şehitler vatana eklendi.

Bu akşam asker zafer yemeği yiyecekti: Etli kuru fasulye, bulgur pilavı, un helvası. Başta Edremitli seyit olmak üzere dileyene dilediği kadar da ekmek.

Zafer kulaktan kulağa yayıldı.

Halk sokaklara döküldü. Evler, sokaklar bayraklarla donatıldı. Minarelerin kandilleri yakıldı. Süleymaniye camisinin yaşlı mahyacısı çıraklarıyla geldi, düşündüğü cümleyi iki minare arasına kandillerle yazıp yatsı namazına yetiştirdi:

Çanakkale geçilmez!”

Aylı yıldızlı bir İstanbul gecesi başlamıştı. Boğaziçi ışıltılar içindeydi. Deniz de bu sevinci paylaşıyor gibiydi.

19 Mart sabahı İstanbul’da zafer şenlikleri yeniden başladı. Birbirlerini tanımayanlar bile selamlaşıyor, konuşuyor, ayrılırken kucaklaşıp öpüşüyorlardı.

Zafer haberi dün akşam şimşek gibi çakmıştı. Bugün neler olduğu hakkında daha geniş bilgi gelmeye başladı. Zaferin büyüklüğü daha iyi anlaşıldı.

Birçok insanın duruşu, yürüyüşü, bakışı değişti.

***

‘Şu Çılgın Türkler’in yazarı Turgut Özakman’ın ‘Diriliş-Çanakkale 1915’ adlı kitabında yazıyor bu satırlar.

Gerçekleri çarpıtanlara çok kızıyor yazar. Yakın tarihimize ilişkin yalanları, yanlışları, yutturmacaları araştırmış ve 700 sayfalık “Milli Mücadele” kitabını yazmış. Sosyal araştırmalar dalında iki ödül almış kitap. Kızıyor, çünkü bazıları Mustafa Kemal’in adını bile ağızlarına almıyorlar, kimileri de onun Çanakkale zaferindeki rolünü önemsiz göstermeyi marifet sayıyorlar. “O bir kara birliği komutanıydı, o günkü deniz savaşına katılmamıştı” diyorlar. Oysa 18 Mart törenleri yalnız o günün anısına kutlanmaz. 18 Martlarda deniz savaşları, 8,5 ay süren kara savaşlarıyla birlikte anılır.

Turgut Özakman’ın yakındığı, Çanakkale’yi bir mucizeler, kerametler sergisi haline getirmeye çalışanlar var bir de… Anlattığına göre, şehitlikleri, anıtları gezmeye gelen insanların beyinleri hurafeler, sahte menkıbelerle uyuşturulmaktadır Çanakkale’de. Yine böyle uydurma hikâyelerle dolu kitaplar türemiştir. Oysa Çanakkale’nin hurafeye, yalana, abartıya, kısaca uydurma olağanüstülüklere ihtiyacı yoktur.

Çanakkale’nin kendi olağanüstüdür.

***

‘Diriliş’in son satırlarında “Ne oldu bize?” diye sesleniyor yazar… Ve şöyle bitiriyor sözlerini:

Yoksa son yüzyıl içinde Çanakkale dirilişini, Milli Mücadele’yi, o kutsal çılgınlığı, zaferi, ilkellikten ve bağnazlıktan kurtuluşu, uyanışı, aydınlanmayı, çağdaşlaşmayı, kadın özgürlüğünü, cumhuriyeti, dünyanın Türk mucizesi diye andığı bu büyük macerayı yaşayan biz değil miydik? Yoksa bunlar milletçe birlikte gördüğümüz bir rüya mıydı? Şehitler, gaziler, kahramanlar, o öldürücü acılar, o emsalsiz sevinçler, inanılmaz başarılar hayal miydi?

Hayır!

Hepsi gerçek.

Ama içerden, dışardan söylenen ninnilerle, süslü kutular ve göz alıcı şişeler içinde sunulan uyku ilaçlarıyla bizi yeniden uyutmaya çalışıyorlar.

Tarih son kez uyarıyor:

Uyuma ey Türk!

Dirliğin, birliğin, dilin, benliğin, tarihin, yurdun, adın bir kez daha giderse, bir daha hiçbiri geri dönmez.

19/03/2009

Bizim Sakarya Gazetesi

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir