“İŞ, DAĞIN SİZİ KABUL ETMESİNDE, GERİSİ YALNIZCA TIRMANIŞ”

Ali Nasuh Mahruki, 21 Mayıs 1968’de İstanbul’da doğdu, ilk ve orta öğrenimini Şişli Terakki Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1992 yılında Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden mezun oldu. Dağcılıkla 1988 sonlarında, isim babalığını ve üç yıl boyunca başkanlığını yaptığı Bilkent Üniversitesi Doğa Sporları Topluluğu’nda (DOST) tanıştı. Yazar, fotoğrafçı ve profesyonel sporcu olan Mahruki, dağcılık, mağaracılık, yamaç paraşütü, aletli dalış, motor sporları, yelken ve bisiklet sporları yapmaktadır.

1992-94 yılları arasında, Sovyet Asya’nın en yüksek (7000 metrenin üzerinde) beş dağına tırmanarak (Khan Tengri – Lenin – Korjenevskoy – Communism – Pobeda) Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından verilen “Kar Leoparı” ünvanını alan az sayıdaki batılı dağcıdan biri oldu. Dünyanın en zorlu ve tehlikeli 7000’lik dağlarından biri olan Pobeda dağının 8. solo tırmanışını yaptı.

1995 yılında, Everest Dağı’na tırmanan ilk Türk ve dünyadaki ilk müslüman dağcı oldu.
1996yılında, Camel Trophy Türk takımına girerek Kalimantan’da Türkiye’yi temsil etti ve ekip olarak, Takım Ruhu değerlendirmesinde dünya ikincisi, genel sonuçlarda dördüncülük elde ettiler. Aynı yıl, dünyanın yedi kıtasının her birinin en yüksek dağına tırmanmayı içeren, “Yedi Zirveler” projesini tamamlayan dünyadaki 44. dağcı ve en genci oldu. (Everest, Aconcagua, Vinson, Klimanjaro, Mc. Kinley, Elbruz, Kosciusko.)
2000
yılında, dünyanın en zorlu ve tehlikeli dağlarının başında gelen, dünyanın 2. yüksek dağı 8611 metrelik K2 Dağı’nın ilk Türk tırmanışını, oksijensiz olarak gerçekleştirdi.
Arama Kurtarma Derneği –
AKUT kurucu üyesi ve başkanı, Ulusal Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Derneği – UGSAD yönetim kurulu üyesi, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi, Sualtı Araştırmaları Derneği – SAD, Gezginler Kulübü ve Türk Eğitim Derneği – TED üyesidir. Bahçeşehir Üniversitesi’nde iki yıl “Takım Çalışması ve Liderlik” dersi vermiştir, bu konuda motivasyon seminerleri düzenlemektedir. Hürriyet ve Cumhuriyet gazeteleri eklerinde köşe yazarlığı yapmıştır ve çeşitli televizyon kanallarında belgesel programları hazırlamıştır.

Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitapları: Bir Dağcının Güncesi- 1995 , Everest’te İlk Türk- 1996 , Bir Hayalin Peşinde- 1999 , Asya yolları, Himalayalar ve Ötesi; Kapital Yayınları’ndan çıkan kitabı: Yeryüzü Güncesi- 2002. Bu röportaj yayımlandıktan sonra çıkan kitapları: Kendi Everest’inize Tırmanın, Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir.


Daha fazla bilgi için: www.nasuhmahruki.com


Kitaplarından alıntılar

Bugün Everest’i ilk defa gördük, geçitlerden birinde aniden karşımıza çıktı. Hepimiz buna hazırlıklı olduğumuz halde, manzara bizi çok etkiledi, bir süre şaşkın, bu mu o mu diye sorduk birbirimize. Olağanüstü büyük bir dağ, çevresindeki her şeyden çok daha büyük, zorlu ve ürkütücü bir görünümü var, bir o kadar da çekici.”

Dünyanın Ana Tanrıçası”nın (Chomolungma-Everest) zirvesinde bir yalnız genç adam… bütün yalınlığı, çıplaklığı ve kırılganlığıyla gözyaşlarını gizleme ihtiyacı duymadan kendini bıraktı. Hıçkırıklar, gözyaşları ve dudaklarındaki gülümseme birbirine karışırken, o hayatının en büyük deneyimini yaşıyordu; İnsan bir Tanrıçanın önünde yalnızca ağlayabilirmiş!”

“İnsanlara, dağcılığın yalnızca fiziksel bir tırmanma eylemi olmayıp, aynı zamanda sosyal, kültürel, felsefi bir yolculuk olduğunu göstermek istiyorum. Bu yüzden gezdiğim yerleri, tırmandığım dağları, gördüğüm kültürleri ve yaşadığım deneyimleri paylaşmak için her türlü kaynağı kullanacağım. Eğer bir kişinin bile doğayla barışmasına yardımcı olabilirsem ne mutlu bana!” (Everest’ten sonra-1995)

 Pobeda

Bu yükseklikte kesinlikle ölümcül olan bu fırtına ve tipiyle üç saat boğuşmak zorunda kalıyorum; ancak bundan pek şikayetçi değilim, hatta bu durumdan gizli bir zevk aldığım bile söylenebilir. Bedenimin ve ruhumun sınırlarına yaptığım en muhteşem yolculuk oluyor bu tırmanış.” (Pobeda-zirve. Temmuz-1994, Kar Leoparı unvanını aldığı tırmanış)

Çok iyi tanımadığın bir ortama gidiyorsun, emniyete daha fazla önem ver. Hep dediğin gibi, ‘Tanrı cesurları sever’, ama unutma ki aptalları değil.

Büyük hayallerin var, bunlar için yaşamalısın.

Hem bir de otuz yıl sonra, ‘Kar Leoparı’na ulaştığın o muhteşem dağı (Pobeda) tekrar ziyaret edip sana kattıkları için ona teşekkür edeceksin ve seni bir kez daha kendisine kabul etmesini dileyeceksin. Yaşamını doğru kurduysan edecektir de.” ( ‘Kendime Mektup’tan-Everest tırmanışı öncesi-Mart,1995)

Tekrar hatırlamamız gereken birinci şey şu: dağın, ormanın, ırmağın, kısacası doğanın dilini yeniden öğrenmeliyiz. İnsan; dağla dağ, ormanla orman, ırmakla ırmak, rüzgarla rüzgar olmalı. Dağı, ormanı, ırmağı rüzgarı dinlemeyi öğrenmeli. Dağca, ormanca, ırmakça geniş yürekli olmalı.”

Dağlara tırmanırken asıl yaşamaya çalıştığım şey her zaman kendi kendimle uğraşmak olmuştur; dağı hiçbir zaman kendime bir rakip olarak görmedim. Tırmanışı tırmanış için yaparım ve her anının tadını çıkarmaya çalışırım. Zirveye ulaştığımda ise, tek hissettiğim o dağla artık aramda bir bağ oluştuğudur.”

Dağcılar merak, hayal gücü ve fantezi duyguları gelişmiş insanlardır. Zor koşullardaki cesaretleri, baskı ve yoğun stres altındaki zarafetleri, ruhsal cömertlikleri ve gittikçe sertleşen koşullara rağmen gösterdikleri sabır onları sıradan insanlardan farklı kılar. Onlar da korkarlar ama kontrol etmeyi bilirler, onlar da isterler ama sabretmeyi bilirler ve ağır ağır acele ederler.”

Koskoca Nasuh Mahruki değilim!
“Gerçekte yalnızca doğadaki olasılıklardan biriyim ve diğer olasılıklardan ne daha değerli ya da değersiz, ne daha önemli ya da önemsiz ne de daha iyi ya da kötüyüm. Yalnızca doğa dediğimiz bütünün bir parçasıyım. Bu bütün, ancak bütün parçaları ile birlikte varolabilir. Dolayısıyla bu noktada birey olmak, kendi olmak kavramının dışına çıkmak ve bütünün diğer parçalarına eşdeğer bir parçası olarak kendimizi algılamamız gerekiyor. Budistler, ‘self-‘kendi’ diye bir şey olmadığını söylerler. Tasavvufta da, öğretiyi alanlara son aşama olarak, Tanrı özünden başka bir öz bulunmadığı ve kendi varlığının aslında yokluk olduğu öğretilir.
Bu duyguyu ilk Everest’in zirvesinde hissetmiştim. Gözyaşlarım bana inat süzülürken; ‘aslında her şeyin ben olduğumu ve benim hiç bir şey olmadığımı’ farketmiştim.

Bu noktada şunun farkına varıyorum; ben, Everest’e tırmanan ilk Türk ve Müslüman, Yedi Zirveler’i tamamlayan dünyanın en genç dağcısı. Kar Leoparı unvanlı, K2’ye tırmanmış, bir sürü ilginç iş başarmış “Koskoca, Nasuh Mahruki” değilim. Yalnızca, doğanın gerçekleşme zamanı gelmiş olasılıklarından biriyim.

“BENCE DÜNYADA KUTSAL OLAN BİR ŞEY VARSA O DA HAYATIN KENDİSİ OLMALI.”

SÖYLEŞİ: Tamay Açıkel*

Nasuh Mahruki’nin içsel yolculukları da, en az dışsal yolculukları kadar cesurca… Bu tespitim bana Andre Bonnard’ın “Tragedya bir okuldur” deyişini çağrıştırdı. Şöyle sürdürür Bonnard: “Tragedya’nın bize dayattığı eğitim bize haz vermektedir, çünkü bu eğitim yoluyla içimizde insanlığın alınyazısıyla ilgili yepyeni deneyimler kazanmaktayız; başımıza gelecek tehlikelere karşı korunabileceğimiz önbilgiler almaktayız. Kısaca söylersek, insanlık halimizin bütün bu felaketleri üzerinde bilgilenip ustalaşmaktayız.”“…Evet, önemli olan kendimizin kim olduğunu ve neler yapabileceğimizi bilmektir. Ve gitgide biraz daha anlıyoruz ki, bu gücümüz çok büyük ve sınırsızdır.”

Evet Nasuh Mahruki, siz kendinize çizdiğiniz yolda, yaşarken görüyorsunuz bu direnç eğitimini; trajik hazzı tanıdıkça da sürekli güç ve enerji yükleniyorsunuz…

Söyleşi için Nasuh Mahruki’nin evine konuk olduk, oğlum Can ile birlikte. Bahçe içinde, iki katlı, güzel bir ev… Uzak diyarlardan taşınmış birçok hatıra, ev sahibinin sıradışı yaşamının yansıdığı atmosfere uymuş, yabancılık çekmiyor, halinden memnun… Çok okuduğunu biliyordum ama gerçekten çok kitabı var…

2004 yılı sonlarında Amerika Birleşik Devletlerinin 4 eyaletinde, dört üniversitede, iki doğada liderlik okulunda (biri üniversite, biri lise düzeyinde), 5 arama-kurtarma ekibinde ve buradaki Türklerin oluşturduğu 3 farklı grupta, yüzlerce kişinin katıldığı sohbet ve seminerleri oldu Mahruki’nin. Söyleşimize bu geziyle ilgili sorularla başladık.

T.A. Colorado Dağcılık Okulu’ndaki sunumunuz sırasında, kişisel kariyerinizde riski yönetiş biçiminiz ilgi çekmiş. Bunu biraz açabilir misiniz?

N.M. Risk değerlendirmesi yapılırken geçmiş dönemlere ait istatistik veriler kullanılır. Bunlara bakarak olasılıkları hesaplarsınız. Örneğin benim gittiğim yıl, 2000yılında K2’ye (8611m.-Pakistan) tırmanan 164 kişi vardı, bunu denerken hayatını kaybeden 57 kişiydi. Bu 57 kişinin 22si zirveye varan adamlar veya kadınlar. Bir risk değerlendirmesi yaptığınızda, K2’nin zirvesine vardığınız takdirde ölme olasılığınızın %13,5-14 civarında olduğunu buluyorsunuz. Başarılı olduğunuzda ölme olasılığınızın bu kadar yüksek olduğu başka bir alan yok nerdeyse. Gerçekten çok yüksek bir oran… Bunun tabii ki altında yatan başka bir dolu değişken var; dağcıların kimlikleri, eğitimleri duygusal yaklaşımları, kapasiteleri, metabolizmalar, … hepsi farklı ama üst üste koyduğunuzda böyle bir tablo çıkıyor. Dolayısıyla siz de aslında, kendinizi ne kadar farklı da tanımlasanız, o genellemenin bir parçasısınız… Büyük baktığınızda o fotoğrafa. Ancak riski yönetirken benim kullandığım metot, sürecin içindeki davranış değişikliğiyle riski aşağıya çekmek; yani diğerlerine göre farklı olan yönü bu benim metodumun. İnsan üretimiyle alakalı şeylerde o kadar çok değişken var ki ve o her bir değişkenin de kendine özgü olasılıkları var, riskleri var. Bu, değişkenlerin teker teker risklerini yöneterek totaldeki riski yönetmek gibi bir formül… Ben de üzerinde düşününce farkettim aslında böyle yapıyor olduğumu.

 Cho Oyu’da kamp yeri

Şöyle anlatayım bir örnekle: K2 dağında 5 300m ile 7 300m arasına 96 tane istasyon kurduk; emniyet noktası bunlar. 3 500m ip döşedik, iplerle çıkarken de sistem üzerinde hareket ediyoruz. Büyük eldivenler, koca sırt çantaları, her tarafınız kapalı, ayakkabılarınız, kramponlar falan… Çok kısıtlı hareket imkanınız var ve bu bahsettiğim şeyler de küçücük aletler; yani üzerinizdeki emniyet kemerindeki güvenlik sistemleri ve kayada buzda , neyse o dağın üzerindeki fiziksel koşul, ona dönük bir emniyet unsuru kullanıyorsunuz. K2’nin kampları arasındaki yerde, 96 kere sisteme girip sistemden çıkıyorsunuz.. Bu da riski çok yükselten bir şey. Çünkü bir anlık bir dikkatsizlik sizin o sistem üzerinde başınıza bir şey gelmesine sebebiyet verebilir. Ben her istasyona girişimde mutlaka istasyonu kontrol ederim. Kimseyi de görmedim bu kadar kontrollü hareket eden. Mesela herkes daha nasıl olsa üç dakika önce biri indi der devam eder. Bunları anlattığımda okulun dekanını gerçekten şaşırtmıştı böyle bir risk yönetimi vizyonu.

T.A. Arama-kurtarma alanında AKUT benzeri başka kurumlar var mı Türkiye’de?

N.M. Sayısız! 17 Ağustos’tan sonra çok kuruldu, vardır herhalde 400-500 tane. Ama 17 Ağustos 1999 sabahı Türkiye’de bir tek biz vardık. O dönemde 65 milyonluk bir ülkede bu konuda çalışan tek gönüllü sivil toplum örgütü AKUT’tu. Biz de 1996’da kurulduk.

T.A. Amerika’da Alpine Kurtarma Takımı gönüllüleriyle yaptığınız sohbette AKUT’un Türkiye sathında uyguladığı ihtiyaca dönük ekip oluşturma ve her seviyede liderlik odaklı kurumsallaşma politikalarına hayran kalmışlar, basından öğrendiğimize göre. Bu üstünlük Türkiye’ye özgü koşulların zorlamasıyla mı ortaya çıktı?

N.M. Yoo, aslında genellikle her tarafta öyle yapmak gerekir. Alpine Rescue Team, 45 yıl önce kurulmuş, Amerika’nın en prestijli dağ kurtarma takımı. Colorado’da yer alıyor ve tamamen Colorado’yla alâkalı işler yapıyor. Ama ben orada AKUT’u anlatırken Hindistan depreminden de bahsetmiştim; Yunanistan’daki depremden, Mozambik’teki selden, Himalayalardaki, Lhotse’deki bir kurtarmadan… Bu kadar geniş bir kurtarma yelpazesinde hem de çok üst düzey etkinliklerden bahsedince ona çok şaşırdılar. Bir de tabii AKUT olarak Türkiye’de oluşturduğumuz ekiplerin her birinin kendi bulunduğu coğrafyayla ilgili bir planlama yaptığından bahsetmiştim. Örneğin Antalya’da, Marmaris’te, o bölgedeki ekiplerimiz tamamen turizm hareketliliğine dönük bir strateji uyguluyor. Bingöl’de kış aylarında meydana gelen kaybolma olaylarındaki ve kapalı köy yollarıyla ulaşımın ortadan kalkması sebebiyle hastaların, kazazedelerin nakli konusundaki çalışmalarımızı da anlattım. Dolayısıyla üst üste koyunca çok geniş bir zenginlik çıkıyor ortaya, o ilginç gelmişti onlara. Bir de AKUT’un genel politikası olarak her seviyede liderlik çok önemsediğimiz bir konu. Liderlerimizi titizlikle seçeriz; yetki ve sorumluluklarının sınırlarını çok iyi çizip bir daha karışmayız. İnisiyatifi onlara bırakırız her zaman. Şimdiye kadar hiç sorun çıkmadı lider odaklı çalışmamızdan dolayı. Bu yönteme de biraz şaşırdılar. Onlar daha standartlı, denetlemeli modeller üzerine kurmuşlar bütün yapılarını, bizim bu modelimiz biraz daha onlara göre alaturka belki, ama bu ülkenin insan kaynağıyla, eğer doğru kullanılırsa, iş yapacak bir model.

T.A. Eğitim sistemimiz doğaya ve doğa sporlarına, kültür ve sanata merak uyandırma konusunda çok yetersiz. Spor deyince futbol gelir akla… Tabii Anadolu Liselerine ÖSS’ye hazırlık falan derken o güzelim yıllar geçip gidiyor. Bir yazınızda, ülkemizde okuma alışkanlığı edindirmek için mutlaka ve bir an önce bir şeyler yapmak gerektiğine değinmişsiniz. Koşulların kısa sürede değişmeyeceğini varsayarsak, yine de acil olarak bir şeyler yapılabilir mi sizce?

N.M. Bana sorarsanız ilk yapılması gereken Türkiye’de medyanın program yapma, haber hazırlama yayın hazırlama biçimini komple değiştirmektir. Televole, Popstar gibi popüler kültür, saçma sapan yarışma programları, futbol… bunlar çok fazla yer işgal ediyor. Bunlarla doldurulan beyinde diğerlerine az yer kalıyor. Yer açmanız lâzım ki başka bir şeyle doldurabilesiniz. Dünyanın her tarafında var böyle şeyler. Ama sosyokültürel hayatın merkezinde değil. Bizde merkezinde. Şarkıcıların mankenlerin hayat hikâyeleri bizim genel kültürümüzün temelini oluşturuyor. Son on yılda medya iyice çığrından çıktı. Bununla ilgili kanunlar var ama uygulanmıyor. İnsanları apolitize etmek, örgütsüz tutmak için böyle yöntemler kullanıldı.

T.A. Çadırını sırtına vurup gezmek pek yaygın değildir bizim memlekette. Sıkkım’da iki gezgin kızla tanışmışsınız; paraları yettiğince gezip, bittiği zaman ülkelerine dönüyor, bir süre basit işlerde çalışarak para biriktiriyor ve tekrar yola çıkıyorlarmış.

N.M. Çok var öyle, binlerce, on binlerce var. Birkaç sene öyle yaşıyorlar, sonra dönüp işlerine, kariyerlerine devam ediyorlar. Tabii orada sosyal güvenceleri var. Türkiye’de böyle bir güvence olmadığı için insanlar çekiniyor, ama Türkiye’de böyle bir kültür de yok zaten. Gidelim, dünyayı tanıyalım, biraz vizyonumuzu genişletelim demiyor insanlar.

T.A. “Fiziksel limitlerime ulaştığım zaman tırmanış sona erecek, psikolojik limitlerimi hedeflemeyeceğim.” Bu sözler size ait; biraz açar mısınız?

N.M. O, K2 ye giderken yazdığım bir şeydi. Dağcılık çok ağır bir fiziksel efor gerektiren bir spor. Benim de metabolizmam, bedensel hazırlığım çok çok iyi. Ama kişisel anlamda kendime dönüp baktığımda asıl güçlü tarafımın bedenim değil, zihnim, aklım olduğunun farkındayım. Oradaki söylemim o yüzdendi. Yani bedensel gücüm bir yerde eğer sonuna geldiyse orada ben bu işi durduracağım. Daha önceden sadece psikolojik gücümle devam ettiğim durumlar oldu.

T.A. Dağcılar arasında yüzeysel insanlar da var herhalde… “…tırmanıştan hiç zevk almayıp sadece Everest’in adının peşinden gidiyorlar. Zirve her şeyden önemli onlar için; çıkışı iyi kötü yapıp, bu lanet yere bir daha asla gelmem deyip ülkelerine Everest’e tırmanmış bir dağcı olarak dönüyorlar” demişsiniz notlarınızda.

N.M. Everest’i sadece böyle bir mekanik bir hedef olarak ele alıp, bir çentik daha attım diyenler de var tabii ki. Gerçek dağcılar öyle bakmaz, çünkü onların dağla aralarında duygusal bir bağ vardır. Mekanik hedef olarak görenler işin o duygusal boyutuna takılmazlar.

T.A. Günlüğünüze şöyle yazmışsınız henüz yolun başındayken: “Belki de oldum olası takım sporlarından kaçınıp doğaya ve doğa sporlarına yönelmemin asıl sebebi bu; bireyselliğimi ve özgürlüğümü ayakta tutabilmek, doyasıya yaşayabilmek için.”

Daha sonra sizi yine çeşitli doğa sporlarını yaparken görüyoruz; bireyselliğe hala önem veriyorsunuz belki, ama “Takım Çalışması ve Liderlik” konusu ile de anılıyor adınız…

N.M. Kişisel gelişim sürecime başladığımda elimdeki hammadde, veri kendim olduğum için tamamen kendimle ilgili gelişme ve büyüme süreçlerine odaklandım. Onu belli bir yere getirirken, yalnız bir birey olmadığımın, aynı zamanda sosyal bir varlık olduğumun farkına vardım. Güçlü bir birey olmakla sosyal bir varlık olmayı aynı potada eritmeye karar verdim. AKUT bunun ürünü… Birey olmayı çok önemsiyorum; özgür olmayı, kendi ayaklarımın üstünde durmayı, bireysellik duygusuna sahip olmayı… Ama bu hiçbir zaman için bireycilik değil. Sosyal bir varlık olmayı da en az bir birey olmak kadar önemsiyorum.

T.A. Tırmanışlar sponsor desteğiyle oluyor tabii değil mi?

N.M. Tabii.

T.A. Sponsor bulmak zor oluyor mu?

N.M. Ben kendim aramıyorum, ajansla halletmeye çalışıyorum. Tabii çok zor… Ama çok büyük beklentiler içine girmezseniz sorun olmaz. Bir sene bulamadığınız oluyor mesela. Hayatının merkezine onu koyarsan tabii problem… Tek alternatifin o olursa… Ben genelde daha rahat hareket etmeyi tercih ediyorum. Olursa çok güzel ama olmazsa da başka alternatifleri değerlendiriyorum. O sene gitmem başka şey yaparım, ertesi seneye bırakırım. Geleceğimle ilgili olarak çok fazla başkalarına bağımlı olmayı tercih etmiyorum.

T.A. Dergimize konuk olduğunuz için teşekkür ederim. Bundan sonraki projelerinizin de başarıyla sürmesini, mutluluk getirmesini dilerim.

N.M. Ben de teşekkür ederim.

*SAGÜSAD (Sakarya Güzel Sanatlar Derneği) yayın organı “GREN” Dergisi’nin 19. sayısından, Tamay Açıkel-Nasuh Mahruki söyleşisi.  15 Mayıs 2005.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir